Prof. Dr. Ali Doğramacı

1965 yılı Şubat ayının ilk günlerinden biriydi.  Sabah ODTÜ’ye gitmek üzereydim.  Evden çıkarken telefon çaldı.  Babamı arıyorlardı.  Arayan kişiye nezaket ve saygı dolu bir dille tekliflerini kabul etmeyeceğini bildiren babama, konuyu sordum.  Kendisine Başbakanlık teklif edilmişti.  Babam, sağlık ve eğitim  alanlarındaki çalışmalarını sürdürmeye devam etmek istediğinden red cevabı vermişti.  Kulaklarımla şahit olduğum bu olay, bana babamın önceliklerinin ve tercihlerinin sergilendiği somut örneklerden sadece bir tanesidir.

Babamın daha önceki yıllarda ve 1965 sonrasında devletin en yüksek makamları için yapılan teklifleri kabul etmemiş olması bir gerçektir.  Ancak, onun bu yüce makamlara verdiği önem ve bu makamlardaki devlet büyüklerimize olan saygısı da, çok bilinen bir gerçektir.  Bunlar bir çelişki mi?  Hayır.  Ben, Ali Doğramacı, hekim değilim.  Mühendisim.  Bu benim hekimlere olan saygımı eksiltmez.  Sağlığımı hekimlere borçluyum.   İnsanların, önlerindeki seçenekler arasından yaptıkları tercihler, onların kişisel önceliklerini sergiler.  İhsan Doğramacı’nın kişisel tercihi, genelde üçüncü sektör diye tanımlanan, fakat esasında babamın birinci sektörü olan eğitim, sağlık ve kültür gibi alanlara doğrudan (direkt olarak) hizmet etmekti.  Üçüncü sektör onun birinci sektörüydü.Babamın önceliklerini gençlik yıllarında yaptığı tercihlerde de görmek mümkün. 1938 yazında İstanbul Tıp Fakültesi’nden yeni mezun olmuş 23 yaşındaki İhsan Doğramacı, Manisa Valisi Lütfi Kırdar’ın konağında yemek yerken çocuk hekimi Profesör Albert Eckstein ile tanışıyor.  Nazilerden kaçan Eckstein ailesi Ankara’ya taşınmış ve Numune Hastanesinde çalışmaya başlamış.  Yazın eşi ile beraber kendilerine kucak açan Türkiye’nin köylerindeki çocuk sağlığı koşullarını incelemeye karar vermişler.  Türk vatandaşı olamadıklarından, gittikleri her ilde önce validen izin istemeleri gerekiyor.  Lütfi Kırdar onlara izin vermekle kalmıyor, Eckstein ve eşini evine yemeğe davet ediyor.  Almanca ve İngilizcesi mükemmel olan İhsan Doğramacı yemekte tanıştığı Almanlara gönüllü olarak katılıp, onlara hem hekim, hem de tercüman olarak hizmet verebileceğini söylüyor.   Varlıklı bir ailenin çocuğu olan İhsan Doğramacı’nın rahat yaşam koşullarını bırakıp köyleri dolaşmayı tercih etmesi onun önceliklerinin bir göstergesidir. O yaz, köylerimizdeki sağlık koşulları ile  bu şekilde tanışan genç İhsan, her doğan üç bebekten birisinin erken yaşta öldüğünü bu şekilde gözlemlemişti.  Bu tecrübenin ardından uzmanlığını çocuk hekimliği alanında yapmaya karar verdi.

1938’den 65 sene sonra 2003 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nden Prof. Dr. Tomris Türmen ve Uluslararası Pediatri Kurumu’ndan Prof. Dr. Jane Schaller  babam hakkında bir kitap yayımladılar.  İhsan Doğramacı’nın çocuk hekimliğini seçmesinin 65. yıldönümü dolayısıyla yayımlanan bu kitabın 150. sayfasında OECD Genel Sekreteri Donald Johnston’un şu cümlesi yer alıyor.  “Until Ihsan Doğramacı draws his last breath, I have no doubt that he will continue to occupy every moment of his rich and varied life carrying tangible benefits and hope to the world around us.”  Yaşamının “son nefesine” kadar babamın dünyaya somut hizmetler taşıyacağını bildiren bu cümlenin ne kadar gerçekçi olduğunu altı sene sonra 2009’da gördüm.

2008 yılında babam bir yandan yaşamını tehdit eden  hastalıklarla mücadele ediyordu, bir yandan da doğum yeri olan Erbil’de yeni bir okul kurma çalışmaları içindeydi.   Bu yeni okulun, Ankara ve Erzurum’daki  Bilkent okulları ile eşdeğer seviyede olmasını arzu ediyordu.  2009 Ekim ayına gelindiğinde projeye $10 milyon harcamıştı.  Kaba inşaat devam ediyordu ve daha yapılacak çok iş vardı.  Binalar ve yerleşke tamamlanacak, ekipman ve donanımlar temin edilecek, öğrencilere büyük burslar organize edilecekti.  Daha okulun yöneticileri, öğretmenleri ve müfredatı bile belirlenmemişti.

2009 Kasım’ında babam hastaneye yoğun bakıma kaldırıldı.  Ağzındaki solunum cihazı konuşmasını tamamen engelliyordu.  Aralık ayına geldiğimizde gözlerini kapatmış, sürekli yatıyor ve hiç kimseyi dinlemiyordu.  16 Aralık sabahı onun ilgisini çekecek bir konuyu denedim.  Dedim ki: “Erbil’deki okul projesini devam ettirebilmek için yeni bir yapılandırmaya geçmemiz gerekli.”  Babam gözlerini açtı ve dikkatle dinlemeye başladı.  Devam ettim: “Bugün öğleden sonra Bilkent Üniversitesinin Senato toplantısı var.  Gündeme yeni bir madde eklemek istiyorum.  Erbil okulunun akademik, idari ve mali yönetimini  Üniversite yüklensin ve orada bir Eğitim Bilimleri Enstitüsü de kurarak öğretmenlere destek versin.  Bu sayede bu proje uzun yıllar sağlama alınmış olur.  Uygun görüyor musun?  Kabul ediyor musun?”    Babamın yüzüne canlılık gelmişti.  Ağzındaki cihaz nedeni ile konuşması mümkün değildi, ama heyecanla başını “olur” anlamında salladı.  Bu onun bize son talimatı oldu.  İki ay süreyle koma ortamında kaldıktan sonra ebediyete göçtü.

16 Aralık 2009 öğleden sonra Senato, Erbil okulu ile ilgili kararları oluşturdu.  O günden bu yana Erbil okulu için $25 milyon daha harcadık ve sübvansiyon hala devam ediyor.  Okul 2010 Eylül ayında uluslararası bir eğitim kadrosu ile açıldı.  İhsan Doğramacı Bilkent Erbil Koleji,  geçen sene Erbil’deki Eğitim Bakanlığı tarafından “bölgede en iyi özel ilkokul” seçildi. Okulda Bilkent Senfoni Orkestrası konserler veriyor ve çevreye yepyeni renkler taşıyor.

2003’te OECD Genel Sekreteri’nin dile getirdiği “Son nefesine kadar somut hizmetler” sözü gerçekmiş.

Eğer Birinci ve İkinci Sektörlerin başarısı bu tür hizmetler ile ölçülecekse, önü açık bir Üçüncü Sektör, birinci öncelik olmalıdır.